Özlem, "öz"ünde aşktır.
Fakat mevsimi hep sonbahardır!
İşler yolundayken, talih yaver giderken, kavuşmalar gerçekleşirken bile yapraklar bir bir sararmaya başlamıştır!
Güneş güzeldir güzel olmasına da, bir türlü insanın içini ısıtmaz.
Ah, hele o akşamüstleri! Keder içini titretir insanın.
Belki yapılacak en iyi şey hemen hatıraların kalın hırkasını giyinmektir.
***
Geçen gün televizyonda karşıma
Elegy filmi çıktı. Hani başrollerinde
Ben Kingsley ve
Penelope Cruz'un oynadığı güzel film. Hatırlıyorum, bizim sinemalarda
"Aşkın Peşinde" gibi anlamsız bir adla vizyona girmişti.
Oysa özgün adı nasıl da anlatıyordu:
"Ağıt."
Birbirine geç kalmış; tamamına erememiş, toplumsal kabullerin gizli baskısına kurban gitmiş bir aşka ağıt! Bu sefer bir sahnede takılıp kaldım. Boğazım öyle düğümlendi ki, dakikalar boyu yutkunamadım.
Sahne şöyle... Genç kadın yıllar sonra yarım kalmış aşkının kapısını çalıyor. Salondaki geniş kanepeye oturuyorlar. Tutuklar, birbirlerine ne söyleyeceklerini bilmiyorlar. Kafasını adamın omuzuna dayıyor kadın ve diyor ki...
"Seni çok özledim. Birlikte hiç gitmediğimiz yerleri özledim."
***
Aşkı baştan ayağa özlem kılan şey nedir? Metafiziğe sırtını dönüp uzaklaşmış olanları hiç ilgilendirmeyecektir bu soru elbette ama biz kendi yolumuza bakalım...
Özlem,
"büyük ayrılık"tan; yani insanın yeryüzüne
"düşüş"ünden bize arta kalan duygudur.
En derinimize yerleşmiş o ince sızıyı birbirimizi severek unutacağımızı sanırız!
Ama tam orada da uzaklık acıtır bizi; orada da ayrılık endişesi yakamızı bırakmaz. Sevgili yanı başımızdayken dahi...
Yani seviyorsak, özlemden kaçış yoktur!
***
Hem dua etmeli, hem de elimizden gelen çabayı göstermeliyiz ki, özlemini çektiğimiz şey
"birlikte gördüğümüz yerler" olsun,
"birlikte yaşadıklarımız" olsun!
Çünkü bir de
hatıraların koynunda teselli bulma imkânı bile elde edemeyen aşklar var.
Çölde susamak gibi bir şey! O yüzden işte...
Ne paçamızdan alışkanlıklara yakalanmalı ne de sevmekten bucak bucak kaçmalı!