Türkiye'nin güç dengeleri değişiyor, iklimi değişiyor. Bu büyük "transformasyon" halkın gücüyle, halkın temsilcileri tarafından, bürokrasinin burnu sürtülerek yapılmaktadır.
Ama yavaş yavaş, ama yalpa yalpa, ama yapılmaktadır.
Çünkü o burun, taa Fatih Sultan Mehmet'ten beri çok yukarılardaydı.
İmparatorluğu kuran Fatih, yeni yeni oluşmakta ve güçlenmekte olan "Türk aristokrat sınıfını" yoketti.
Özellikle devşirmelere dayanan bir kapıkulu, yani "süper bürokrat sınıfı" yarattı.
Aristokrasi gelişebilseydi bir de Türk ve Müslüman burjuva sınıfı doğacaktı. Toplumun bu tabakası gayrımüslimlere bırakıldı.
Türk ve Müslüman burjuva ancak yirminci yüzyılda ortaya çıkabilmiş (gayrımüslim burjuvayı öldürerek, sürerek ya da korkutup kaçırarak), ancak yirmi birinci yüzyılda palazlanmaya başlamıştır.
Eh, bizim "çürümüş aristokrasimiz" sayılan bürokrat zümresi de artık ona hizmet edecektir!
Yani, kendi başına buyruk olamayacaktır.
İsterseniz bu bürokrat zümresinin özel bir kesimine, "hariciyeye" bakalım. (Beni hiç sevmezler.) Bizim okul hariciyenin arka bahçesiydi.
Her Galatasaray öğrencisine "potansiyel bir hariciye memuru" gözüyle bakılırdı.
Her sınıfın neredeyse yarısı doğruca oraya giderdi. (Bizden sonra bu "trend" değişmiş, her sınıfın neredeyse yarısı turizme yönelmiş. Bizim okula bak, Türkiye'nin gelişim sürecini anla!) Öyle ki, hem ailem hem yakın çevrem Galatasaray'ın ilkokuluna başladığım günden beri on iki yıl süreyle bana "istikbalin hariciyecisi" gözüyle baktılar, hiç o taraklarda bezim olmadığını görünce de hem şaşırdılar hem üzüldüler.
Ben ziyan olmuş, kendine yazık etmiş, bir baltaya sap olamamış bir çocuktum çünkü hariciye sınavına bile girmeye gerek görmemiştim. Memur olacak adam hiç değildim.
Çünkü Dışişleri Bakanlığı hem zengin çocuklarının oyalanma çiftliğiydi, hem de yoksul ama zeki ve yetenekli çocuklara önemli bir "sınıf değiştirme" kapısı. (Her iki türden de birçok arkadaşım vardır, bunca olan bitenden sonra arkadaşlık kaldıysa...) Memur maaşıyla geçinilemiyordu ama zaten ya aileler varlıklıydı, ya da "yurt dışında yaşamanın fiyakası" o düşük geliri katlanılabilir kılıyordu. (Halı götürüp düdüklü tencere getirmek gibi yan gelir kapılarını da unutmayalım.) Ve de, burunlarından kıl aldırmazlardı!
Çünkü halkın değil, koskoca devletin temsilcileriydiler oralarda...
Mason olurlar, briç oynarlar, davet verirler, kendi "gettolarında" yaşayıp giderlerdi, hem dışarıda, hem Ankara'da. "Kuytu" ülkeler sevilirdi, çünkü ortalıkta fazla Türk bulunmazdı. Almanya gibi yerlere atananlar işlerin çokluğundan yakınırlardı, "maalesef göbeğini kaşıyan ayıların permi falan gibi süfli işleriyle uğraşmak" zorunda kalıyorlardı...
Şimdi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, "büyükelçilerimiz işadamlarımızın emrinde olacaklar" demiş.
Dünyanın neresinde bir tek Türk vatandaşı varsa, onun emrinde olacaklar.
Çünkü onlar Türk vatandaşının işlerini "tedvire memurdurlar" görev tanımı gereği.
Türk aristokrasisi, yani bürokrasisi, iktidardan düşmüştür. Artık onlar da bizim gibi çalışacaklar, ekmeklerini hakedecekler.
Haybecilik bitti. Hadi bakalım.